VEDAT KAN


SAHİPSİZ MEMLEKET 4

.


Ortada yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğu kesin. Bu şehrin problemlerinin kat be kat artarak çoğaldığı kesin. Çözüm bekleyen, giderilmeyi bekleyen, el atılmayı bekleyen onlarca, binlerce sıkıntımız olduğu kesin. Ancak bu demek değildir ki birilerinin dediği gibi veya bizlere aşılamaya çalıştıkları gibi “sahapsızlığımızın” sebebi olsun.

İnanın bu kusur bizim. Yapmaya çalıştığımız bütün işlerimizde başarıyı kendimize, başarısızlığı da yanımızda bulunan her hangi birine mal ettiğimiz sürece, doğruları kendimize yanlışları başkalarına isnat etmeye çalıştığımız sürece, faydaları kendimize zararları başkalarına tanzim ettirmeye çalıştığımız sürece zaten sahipsizliğimiz ortaya çıkacaktır. Yalnızlaşacak, her konuda olduğu gibi tek başımıza kalmış olacağız. Kimseler olmayacak yanı başımızda çünkü tek adam olma, söz sahibi olma ve göz önünde bulunma hasletlerinin tohumunu çoktan yeşertmiş olduk bir kere.

Bunu bizlere aşılayanlar daima içimizde, daima bizimle beraber nefes almaktadırlar. Aynı sofrada ekmek paylaşıp, aynı caddede omuz omuza yürümektedirler. Şu koyunu çalan, oturup yiyen ve çoban ile beraber ağlayarak arayan misali.

Yolunda gitmeyen bütün işlerin sorumlusu olarak aynaya bakmamız yeterli olacaktır. Bize hizmet ile mükellef olanların çalışmaması bizim eksikliğimizdir. Son on yıla kadar adı duyulmamış bazı yörelerin bu gün ülkemizin sayılı yerler olmasında ki katkı yöre halkının-dır. Bu konudaki karnemizin pekiyi olduğu söylenemez ama değişmemesi için her hangi bir sebepte göremiyorum. Daha düne kadar siyaset gözünde “başkente giden heyetlerin içerisinde Erzurum ve Erzurum temsilcilerinin” anında işlerinin çözümlenerek baştan savma bir şekilde gönderildiği unutulmamalıdır. İşte bunun adı sahipsizlik değil, menfaat çatışmasının ta kendisidir. Vurdumduymazlığın ta kendisidir. Çünkü oraya gidenlerin istediği ya bir tayin melesi olmuştur ya da bir kurum amirinin görevden alınması. Yaşandı bu olaylar. Şimdi bu tayinin Erzurum ve Erzurumluyla ne alakası var demezler mi adama? Ve hatta bu durumun “sahapsız” oluşumuzla ne alakası var. Kendi şahsi çıkarlarınız için yeter artık bu milleti kullandığınız!

Bu şehir tarih sahnesi içerisinde hiçbir zaman muhalif olmamıştır. Bu şehir tarih sahnesi içerisinde hiçbir zaman merkeze asi olmamıştır. Bu şehir tarih sahnesi içerisinde hiçbir zaman aslına ihanet etmemiştir. İhanet kelimesinin adını telaffuz dahi etmemiştir. İş bu halde iken bu şehrin ve insanının hak etmiş olduğu refah seviyesine, gelişmişlik seviyesine, hayat standartlarının artması seviyesine ulaşamaması tartışılır bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Ve boş hayalleri, başkalarından medet ummayı bırakıp, başkalarını kendimize sahip eylemeyi bırakıp; Öncelikle kendimize sahip çıkacağız. Sahte ve yalan olanlara değil, içimizdeki “biz” olanlara sahip çıkacağız. Bu şehrin adına, menfaatine ve kalkınmasına katkı sağlayan her adıma sahip çıkacağız. Yalakalarına, sonradan gelmelerine, sonradan bulmalarına değil, bu şehrin değerlerine sahip çıkacağız. Toprağımıza, taşımıza sahip çıkacağız. Tarihimize yarınımıza sahip çıkacağız. Daha sonrası kolay.

Düşünsenize üretim yapmadan, insana yatırım yapmadan, kaliteye kapı açmadan, fikirlere değer vermeden, planlı ve programlı olmadan, bilim ve sanatı rehber edinmeden bir 7000 i bırakalım 7 yıl daha yaşama şansımız bulunmamaktadır. Zaten bu hoşumuza gitmeyen nahoş saydığımız kavramları bizlere boşuna hatmettirmediler.

Kim mi? Çok ötelere bakmanıza gerek yok. Hemen yanı başımızdadırlar. Bizi ötekileştirenlere bakmamız yeterli. Bu şehrin insanına yabancı olup, bu şehrin sahibi gibi görünenlere bakmanız yeterli. Her ortamda muhakkak bulunup göz önünde olanlara, kendilerini ayrıcalıklı imtiyazlı görenlere bakmanız yeterli.

Yarın artık geç olmadan “sahapsız memleket” kavramını bir tarafa bırakarak, boynu büküklüğü bir tarafa bırakarak, unutulmuşluğumuzu, ertelenişliğimizi, baştan savmalığımızı ve en önemlisi de birilerini kendimize sahip kılma huyumuzu bir kenara bırakarak gerçek DADAŞ ruhunu ortaya koyma zamanının geldiği kanaatindeyim. Bu vesile ile bu şehre emeği geçmiş, geçmekte olan insanlarımızın emeklerini de inkâr eylemeyelim. Maneviyat ehlinden, sanat ehlinden, akademi ehlinden, tacir-sanayici-tüccar ehlinden, siyaset ehlinden, sanatkâr-esnaf ehlinden, sporcusundan gönüllü kültür elçilerimize varana kadar onlarca ve hatta yüzlerce insanımız var. Bu şehre ve insanına can-ı gönülden hizmet etmiş, sevmiş, gönül vermiş insanımız var. Onları nasıl unuturuz da “sahapsız” oluruz. Daha bizi kim sahiplensin?

Belki de sorun bizim kendi içimizdedir. İtiraf etmesek de içimizde bir yerlerde bunun vicdani sorgulamasının olması kaçınılmazdır. Sahiplenmek insanın kendisinde başlar. Eğer ki biz bu şehrin yaşayanları olarak, bu şehre ve birbirimize bağlanamıyor isek bunu başkalarından beklemek abesle iştigaldir.

Hizmet gelmemesi durumunda “sahapsız memleket” demek yerine, hizmetin gelmesini gerektiren durumları değerlendirme altına aldığımızda, sorun da zaten kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Bizim Erzurum ve Erzurumlular olarak en büyük eksikliğimiz, her zaman her ortamda hep söylendiği gibi bir kez daha nitelenmek lazım ve acı ama gerçek şudur ki “kolektif çalışma ruhumuz” yok, bizim birbirimize “güvenimiz” yok, bizim kendi şehrimizde bile kendimize ait “hem şehrimiz” yok. Biz Erzurumlular olarak kendi şehrimizde bile yabancı değil miyiz?

Erzurum ve Erzurumlular olarak her türlü kahramanlık destanını, aldığımız terbiye ve tarih bilinciyle gözü kapalı yazarken, insanlık değerlerini yüreğimize kazırken, çıkar çevreleri tarafından da çağın getirmiş olduğu bazı özellikleri görmemiz de engellenmiş oldu. Bunun sonucunda da bir yanımız hep eksik, hep yarım kaldı. O eksik kalan yanımızdan dolayıdır ki, bu şehir bu gün istediği refah seviyesine ulaşamamış, gelişmişlik seviyesine ulaşamamış daha düne kadar nahiyesi olan sınır komşularının çıtası altına düşmüştür. İşte asıl “sahapsızlık” budur. Bir şehrin insanının bir araya gelip de hal çaresini bulamamasıdır. Bu durumun sebeplerini arayacağımız yerde hemen “nasıl olsa sahapsız memleket” deyip işin içinden de çıkılmaz ki. Hep öyle yapmadık mı? Daha doğrusu hep öyle yaptırılmadı mı?

Birileri bir şey söyledi diye doğrusu budur diye kabullendik.  Birileri bir şey yaptı diye olması gereken budur diye kabullendik. Birileri bir şey verdiği zaman hakkımız bu kadar diye razı geldik. Ve sonra o birilerinin işi olmadığı zaman dilimize “sahapsız” lık kavramını yerleştirdik, sakız gibi çiğnedikçe çiğnedik. Olur-olmaz yerlerde de patlattıkça patlattık.

Neler yapabiliriz ki ona bakmak lazım gelir. Mesela zamanın birinde, birileri çıkmış bu halkı kandırarak size filan yerde, falan fabrikayı kuracağım demiş ve insanlarımın ellerinde avuçlarında ne var ise almış ve o fabrikayı da kurmamış, o birileri halkın içinde imtiyazlı olarak dolaşıp her gün aynı yalanı söylerken o birilerine ait fısıltı gazetesi de ayar verip garibim halkımı oyalamış ta oyalamış. Sonuç, fabrika yok. Vatandaşın parası o imtiyazlı görünen birilerinin cebinde çarçur ve olay unutturulmuş. Bu gün bu şehirde kolektif çalışma ruhu öldürülmüş. İnsanlar ortak iş yapamıyor, insanlar aile şirketlerini bile belli bir aşamadan sonra dağıtmak zorunda kalıyor. Bunun adı “sahapsızlık” değildir.

Bir başkası kurmuş fabrikayı. Halktan toplanan para ile kendisine çok güzel bir fabrika kurup kurucu başkan olarak ta başına geçip vatandaşın parasıyla para kazanmaya başlamış. Ve kar payı adı altında bir iki yıl temettü dağıtarak güven kazanmış ve üçüncü yıl planın ikinci aşamasına geçilmiş. Ortaya yeniden çıkan fısıltı gazetesi fabrikanın batacağını, borcundan dolayı büyük sıkıntıların yaşanacağı ve ortakların hacizle karşılaşacağı haberini yaymaya başlayınca, benim iyi niyetli, adliyeden ve avukatlardan korkan vatandaşım şirkete gelip ortaklıktan çıkmak istediğini ve hatta gerekirse hissesini bila bedel devredeceği veya satın alınma değerinde devredeceğini ifade ederek ilerde yaşanması muhtemel olan fısıltı gazetesinin duyumundan kurtulmak ister. Kurucu başkanımız hisseleri kendi adına istediği vadelerde devrini alarak belli bir aşamadan sonra yüzde elli birlik kısmı ile fabrikanın sahibi konumuna yükselir. Vatandaş hissesini devrettiğinden dolayı ve ortada gayri nizami bir şey olmadığından dolayı bir kez daha kolektif çalışma ruhu katledilmiştir. Bunun adı “sahapsızlık” değildir. Bu ve buna benzer sayısız örneklerimiz var elbet.

Hani hepimizin bildiği bir masalımız vardı; Zamanın birisinde ağanın biri Ankara ya meclise giderek iline ve çevre illerine bağlı vekiller ile görüşmek için randevu alır. Ve daha görüşmeye başlamadan vekillere hitaben;

-Bakın beyler ben buraya sizden hiçbir şey istemeye geldim der. Vekiller şaşırmış, vekiller merak içindedir. Ağa başlar anlatmaya;

-Sizden okul istemiyorum, hastane istemiyorum, yol istemiyorum, fabrika istemiyorum… İstemiyorum da istemiyorum der. Vekiller şaşırmış bir vaziyette neden diye sorarlar ve aldıkları cevap daha bir şaşırtıcı olarak kulaklarına yansır.

-Siz eğer okul yapar, yol yapar, hastane yapar ve her türlü hizmeti getirir iseniz halk her şeyi öğrenir, cahillikleri ortadan kalkar ve benim ve ağalığımın bir b k olmadığını anlar. Yüzyılardır süre gelen düzenim bozulur. Yok olurum. O yüzden siz Ankara da kalmak ve vekilliğe devam etmek istiyorsanız şayet bu dediklerimi yapmayın, onlar bana muhtaç olsunlar ben onlardan size istediğiniz oyu alayım.

Asıl mesele işte burada “lobicilikte” yatıyor. Bunun adı “sahapsızlık ” değildir. İçimizdeki (o hala üzerinde etiketi olan takım elbiseleriyle) aramızda dolaşan ve kendilerini ayrıcalıklı olarak gören ama hiçbir zaman ERZURUM lu olamamış olanlarımız var ya, her zaman çok konuşan ama hiçbir işe yaramayan olanlar.

Bu şehirde canı gönülden çalışan insanlarımız vardır. Koşuşturan, uğraşıp didinen. İşlerine saygılıdırlar, ekmek paralarının hakkını verirler, verilen hiçbir işi geri çevirmezler, iş aksamasın diye diğer insanları da kontrol ederler ve onların her türlü hatalarını tolore ederek sıkıntı çıkmaması için özverili davranırlar. Aslında görünmez savaşçı, toplumumuzun belkemiğidir bunlar… Bir de bunların yaptıklarından beslenen; aynı şehirde olmasına rağmen onlardan daha az çalışan ve hatta hiç çalışmayan, nasıl olsa çalışanlar ve etrafı toparlayanlar var bana ihtiyaç yok, birileri bu işi yapacak diyen ve çoğunluğun sırtından geçinen bir azınlık gurubu bulunmaktadır. Bu profildeki asalaklar, daha çok muhabbete çaya kahveye zaman bulur. Sağda solda kurum amirleriyle, siyasi çevreyle, sosyal çevreyle (istenmedikleri ve sevilmedikleri halde) daha çok sohbet eder ve daha çok yönetim toplantılarına katılarak boy gösterirler. Ve genellikle de hiç işe yaramayacak bir sürü fikirlerini öneri olarak sunarak seslerini en çok duyurmaya çalışmaktadır. Tıpkı boş tenekenin çıkardığı ses misali. Yani gerçek çalışanların ezildiği ortamlarda onlar hep tribüne oynar. Başkalarının kendileri gibi oynamasına izin vermedikleri gibi, ayaklarına dolaşan her türlü engeli de iftira, dedikodu ve belden aşağı, sırtından vurma özellikleri sayesinde bertaraf etme gibi teknik özellikleri de bulunmaktadır.

Velhasıl kelam belli bir aşamadan sonra liderlik vasfı olan onlar olur. Yönetici adayı onlar olur, kendini daha iyi ifade edebilen onlar olur. Ve o özverili çalışan her şeyinden ödün veren ise el olur, yabancı olur, anti sosyal olur. En ufak bir hatada da beceriksiz olur. Ve zincirin ilk koparılan halkası da o olur. Rahmetli Erkal’ın da dediği gibi;

                                               Erzurum uzak şehir

                                               Dostuna tuzak şehir

                                               Haramiler el koymuş

                                               Bizlere yasak şehir

Sonuçta yüzyıllara meydan okuyan, devletlere meydan okuyan, esaretlere meydan okuyan, asırlık gül ağacı olup bağrında tomurcuklar yetiştiren bir şehir yapamadığı, anlamadığı ve daha doğrusu yaptırılmadığı lobicilik tuzağının yemi olarak bu son elli yılda   “sahapsızlığının” aczini yaşamaktadır.  

Hani biz “Mevla’ya emanet edilmiştik”, “sahapsızlık”  bunun neresinde canlar?