TAMER UYSAL


“ÇAĞDAŞ EĞİTİM, ÇAĞDAŞ ÜNİVERSİTE”

“ÇAĞDAŞ EĞİTİM, ÇAĞDAŞ ÜNİVERSİTE”


Eğitim girdisi nitelikli emek olması gereken bir süreçtir…

Eğitim girdisi nitelikli emek olması gereken bir süreçtir. Çetesiz, şeriatsız ve darbesiz gelişen bir toplum, demokratik ve çağdaş hukuk devleti olmanın yolu bu süreci iyi değerlendirmekten geçer. Eğitimin asıl gayesi siyasal iktidarların çıkarlarına hizmet etmek değil halkın ihtiyaçlarına dönük olmaktır. Türkiye siyasal düşünce, din, dil, cinsiyetçilik gibi farklılıklardan doğan sorunlar karşısında ancak böyle bir eylemde bütünleşebilir...

1996 yılında Adana ve İstanbul’da bulunan iki okuldan birinde gelir düzeyi yüksek aile çocuklarının bulunduğu okulda yoksul aile çocukları bir sınıfta toplanıyor birinde de genelde emekçi çocuklarının okuduğu bir okulda zengin ailelerin çocukları bir sınıfta toplanarak onlara oldukça iyi eğitim koşulları sağlandığı bildiriliyordu. O günlerde “İşte Sınıf Ayrımı” manşetiyle gazetelerde yer alan bu manzara 2000’de Gaziantep’in Gazi’sinde sonra İstanbul’un Gazi’sinde Türkiye’nin iki ucundaki iki mahallesinde tekrarlanıyor.

Oysa eğitim İnsan Hakları Bildirgesi’nde (25.madde) temel insan hakkı olarak kabul edilmektedir. Anayasa’nın 42. maddesi, Milli Eğitim Kanunu’nun 7 ve 8.maddeleri, 222 Sayılı İlköğretim Kanunu ile Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 28. maddesine göre TC yasalarıyla güvence altına alınmış olmasına rağmen karşılaşılan böyle uygulamalar çelişkidir…

İletişim olanaklarının arttığı günümüzde bilgi kaynakları gelişmiştir. Eğitim toplumsal bir etkinlik haline gelmiştir. Örgün eğitim kurumlarının dışına taşan eğitimle bilgi artık gazete, radyo-TV gibi yazılı, işitsel ve görsel kitle iletişim araçlarıyla da bireylere aktarılıyor. Basın-Yayın kuruluşlarının temel işlevlerinden birisi eğitimdir.

Peki, kitle iletişim araçları sahipleri yurttaşların bilgilere ulaşıp öngörülerde bulunmasını, kültür düzeylerini yükselterek toplumsallaşmasını sağlayan bilinçlendirici bir demokratik anlayışa sahip mi?

Paranın sosyal statüyü belirleyici bir etken olduğu kapitalist sistemde eğitim de metalaşır ve üst tabakaları oluşturan egemenler için bir ayrıcalık haline gelir. Bilgi halkın olmaktan çıkar ve sermayeye hizmet eder. Eğitim ve iletişim bir rekabet alanına dönüşür.

Bilgi insanların yaşamını kolaylaştıracağı yerde bilgi akışı emperyalist amaçlı büyük sermaye şirketlerinin denetimi altına girmiştir. Finlandiya Eski Devlet Başkanı Urho Kaleva Kekkonen buna “İletişim Emperyalizmi” adını vermişti. Kitle iletişim araçları metalaştırıldıkça yüz yüze ilişkilerin önemi azalmış, iletişim tek yönlü olmaya başlamıştır. 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde belirtilen “herkes düşünce özgürlüğüne sahiptir” ilkesine dayanarak 1970’lerde iletişim araçlarının özgürleştirilmesine dönük başlatılan çabalar sonuç vermedi. Kitle İletişim Araçları Deklarasyonu yayınlanarak dengeli ve eşitlikçi bir iletişim düzeni amaçlanıyordu. Ancak başta ABD şirketleri olmak üzere dünyanın çok uluslu (transnational) IT şirketleri (IBM, General Electric, ITT, RCA, GTE gibi) ile 1980’deki Reagan hükümeti BM evrensel enformasyon ilkeleri ve yeni iletişim düzenine ilişkin politikaları desteklemedi.

Günümüzde bilgi teknolojisinin alt yapısı değişmiştir. Önce Ruslar daha sonra ABD uydularla haberleşme teknolojisini uzay boşluğuna taşıdı. 1970’lerde video ve internet devreye girdi. İnternetin devreye girmesi kapitalizmin etki alanını genişletirken bilgi paylaşımını iletişim açısından vazgeçilmez hale getirmişti. Kitaplar elektronik ortamda basılmaya, yayınevleri e-kitap yarışmaları bile düzenlemeye başlamıştır.

İletişim teknolojilerindeki hızlı gelişme 1980’lerden sonra küreselleşme olgusunu ortaya çıkardı. Küreselleşme kavramı dünyanın ekonomik, politik ve kültürel anlamda küresel güç odaklarının hegemonyası altına alınması demekti.

Televizyon ve radyonun bulunuşu yaygın iletişim olanaklarını daha çok arttırmıştır. Giderek popüler hane gelen TV’ler kamuoyu oluşturmak ve eğitim gibi temel işlevler kazanmaya başlar. Yanına bir de teletekst ve viewdata gibi görüntülü sistemler eklenmiştir. İngiliz medya pazar araştırma firması NOP World'a göre Türk halkı haftalık TV izleme sıralamasında dünya dördüncüsüdür. Bireysel kullanım maksatlı aygıtlar pazara cazip tüketim nesneleri olarak sunulmaktadır. Bilgisayar, cep telefonu ile TV de bunlar arasındadır. 2006’da yapılan bir araştırma 2 milyarlık cep telefonu kullanıcısı bulunan dünyada Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin en çok satın alanlar listesinde önde sırada gittiğini göstermektedir. Türkiye ise listede 10. sırada yer almasıyla dikkat çekti.

1980’lerin başında walkmanla başlayan süreç bireyleri bireylerden ve toplumdan soyutlayıcı bencilleştiren bir eğilim yaratmıştır. Erdal Atabek’in Cumhuriyet gazetesi’ndeki yazısında (27 Mart 2000) belirttiği gibi sosyalleşme ile kolektif yaşam alışkanlıkları yerine geçen bu özellik teknolojik gelişmenin “e-gençliği”nin olumsuz yanını vurgulamaktadır. Erdal Atabek’in Cumhuriyet’teki (6 Şubat 2006) başka bir yazısındaki tespitleri oldukça düşündürücüdür. Prof. Dr. İbrahim Armağan’ın günümüzün değerler sistemine ilişkin bir araştırmasını paylaşan Atabek yazısında, 60-70’lerin gençliğinin “sevgi, özgürlük, eşitlik, eğitim” şeklindeki tercihlerinin yerini “para, ticaret, miras” gibi olgular aldığını ifade etmektedir.

TV ile PC başında geçen süreyle obezlik arasında bir ilişki olduğu, TV yayınlarının uykusuzluk, korku ve fiziksel hareket eksikliği gibi birtakım problemlere yol açtığı belirtilmektedir…

Kültür insanlığın ortak mirasıdır…

İnsanlık tarihi yazıyla başlıyor. İlk yazıyı günümüzden 5 bin yıl önce (İ.Ö. 2200) Sümerler kullanmıştı. Mezopotamya’da (Nippur) bulunan kil tabletleri üzerindeki yazılar, İ.Ö. 300’lerde İskenderiye’de bulunan papirüslerdeki yazılar parşömen ve kâğıdın kullanılmasıyla Çin’deki ilk el yazması kitap (MS. 1. Yy) insanlık tarihinin yazılı ilk belgeleridir.

Bilinen ilk kütüphaneler Mezopotamya, Mısır ve Yunanistan’da kurulmuştu. MÖ. 5.Yy’da 800 bin nüfuslu Roma’da tam 28 tane kütüphane vardı.

Avrupalılar kâğıdı ancak MS. 1000’de kullanmaya başlamıştı. 1440’da matbaanın icadı insanlık tarihinde yeni bir aşama oldu. Basım tekniğinin gelişmesi kitapların seri olarak basılmasını ve yaygınlaşmasını sağladı. Rönesans’la beraber Avrupa’da üniversiteler ve kütüphaneler de yaygınlaşmaya başlamıştı. Dünya’daki kitap üretiminin önemli bölümünü Avrupalılar gerçekleştirdi.

Kitap en önemli kültür aracıdır. Yayınlanan ve okunan kitap sayısı ülkeler arasındaki karşılaştırmalarda kalkınma ve sosyo-kültürel gelişmenin bir ölçütü olarak kabul edilmekte. UNESCO 1972 yılını “uluslar arası kitap yılı” ilan edip bir kitap yasası kabul etmiş. Buna göre okuma hakkı herkes için geçerli ve teşvik edilmesi gereken bir hak sayılmakta.

Türkiye’de kütüphane sayısı ve kitaba ilgi yetersiz…

Okuma alışkanlığı araştırma ve eğlence amaçlı eleştirel yaklaşarak düzenli olarak okumayı sürdürmek şeklinde tanımlanıyor. Türkiye’deki kitap okuma alışkanlığı dünya standardına uymuyor. İyi bir kitap okuru sayılmak için yılda minimum 10 ila 20 kitap okuyor olmak gerekiyormuş. Türkiye’de ise kitap halkın satın alma sıralamasında çok geridedir. “Ne Güzel Çocuklardık Biz” adlı romanın yazarı Metin Celal’in “okuyandan korkulan bir toplumdayız” demesindeki gibi okuma alışkanlığı köreltilen toplumda okuma alışkanlığının gelişmesini beklemek tabi hayalciliktir.

Binlerce yıl sayısız uygarlık yaşayan bu topraklarda hala eğitimle ilgili sorun varsa tarihe bakmak gerekir.

Matbaa Osmanlı Devleti’ne tam 200 yıl sonra girmiştir. Matbaanın gecikmesini lonca ya da halka dayamak yersizdir. 16.Yy’da dinde reform ve Rönesans yaşayan Avrupa’ya karşılık halifelik Osmanlı’ya geçmiş şeyhülislam devlet işlerinde etkin olmaya başlamıştır. 17.Yy’dan sonra felsefe, matematik, tıp gibi derslerin rafa kaldırıldığı medreselerde sadece şer’i ilimler öğretilmiştir. Tanzimat öncesi ilahiyat tedris edilen bir yer olarak görülen medreseler dini kurumlardan biri haline gelmiştir. Hukuk ve matematik ilahiyata bağlı tali alandır. Avrupa’larla boy ölçüşebilecek okullar ancak 2. Mahmut döneminde açılmaya başlanır.

Darülfünun 1933’te kurulan İstanbul Üniversitesi’nin temelidir. Bunlar farklı kuşaklar yetiştirmeye başlar…

Cumhuriyet kurucuları çağdaş ve bağımsız bir ulus-devlet yaratmak istedi. M. Kemal’in “ulusumuzun politik ve sosyal hayatında rehberimiz bilim ve fen olacaktır” sözlerinden anlaşılacağı gibi çağdaş uygarlık ve ulus egemenliğine dayalı devlet hedefleniyordu. 1928’de Latin harfleri kabul edilip 1929’da da Millet Mektepleri açıldı. Yeniliklerin topluma benimsetilmesinde görev öğretmenlere düştü. 1940’ta köy enstitülerinin kuruluş nedeni nüfusun yüzde 80’i sayısı 40 bini bulan köylerde yaşamasıdır. Okul ve öğretmen sayısı yetersizdi.

Ülkenin öz kaynaklarına yönelmişlerdi. Hedefe çabuk ulaşmak için 500’e yakın halkevi devreye sokuldu. 4 binden fazla halk odası açıldı. Halkevi sinema salonu, kütüphanesi ile adeta bir kültür merkezi idi.

Ancak başta DP olmak üzere siyasal iktidarlar temsil ettikleri egemen sınıfların ve kendi oy deposu saydıkları tutucu kesimlerin baskısıyla çıkarlarına uymayan köy enstitülerini ve halkevlerini kapatıp imam-hatip okulları açtı. Emperyalizm, uluslar arası savaşlar, iç göçlerle artan çeşitli sorunlar, din ve ulusal ideoloji, geleneksel ve modern yaşam çatışmaları derken zaten yola girmeyen eğitim sistemi yeniden alt üst oluşlar yaşamaya başladı.

1926’da yürürlüğe giren ilkokul programları, 1916’da öğretimin esasları belirlenmiş olan köhne tedrisat talimatnamesini yürürlükten kaldırmış 1929 tarihli ilk mektepler talimatnamesi ile Tevhid-i Tedrisat Yasası’na rağmen yıllardır süregelen Müslüman kimlik odaklı tartışmalar eğitim adına hiçbir yenilik getirmemiştir. 1961 Anayasasıyla üniversitelerdeki özerklik çabaları öğrenci olayları bahane edilerek 1980’de rafa kaldırılmıştır. Uygulamaya sokulan serbest pazar politikasıyla kamusal hizmet alanları tek tek özelleştirilmeye başlanmıştır. Özel Radyo-TV kuruluşları faaliyete girmiş, devlete ait telekomünikasyon kuruluşları sermayeye aktarılmıştır.

1980’lerde çocuk mahkemeleri kuran devlet Gaziantep’te baklava çalan çocukları 10 yıl hapisle yargılarken Malatya’daki çocuk yuvasında işkence gören çocuklarla ilgili sınıfsal gerçek öncekiler gibi görülememiştir. 2005’te binlerce öğretmenin görev yerini değiştiren AKP önemli mevkilere yandaş atamakta beis görmezken eğitim alanında çare “özel sektöre devretmek” olarak gösterilmiştir. İhsan Doğramacı’ya ise TBMM onur ödülü takdim edilmiştir...

TBMM’nin kurduğu araştırma komisyonu raporu tutanaklarında görülebilir; Türkiye’de yüksek öğretim çağındaki gençlik YÖK’ün kalkmasını, eğitimin parasız ve nitelikli hale gelmesini istiyor. Üniversite’nin sözlük anlamı evrensel bir bütünlük ifade eder. Üniversiteli gençlik evrensel normlarda bilimsel eğitim ile katılım istiyor.

Egemenler her zaman itaatkâr, sorgulamayan ve eleştirmeyen bireyler yetiştirmeyi amaçlar ve kendi koyduğu kurallarla devleti yönetmek ister. Oysa üniversitelerin yetkilerinden biri toplumsal olaylarda kamuoyu yaratmak ve halkı aydınlatmaktır. Üniversite sermaye otoritesi karşısında artık papaların ve kralların izniyle kurulan ortaçağ kurumları gibi değil ilk kez 13.Yy’da Paris’te üniversite öğretim üyelerinin dayanışmasıyla başlayan idari özerklik kararında olduğu gibi kendi kendini bilimin adaletiyle yönetmek ve tam özerklik istiyor.

YÖK’ün kurulmasıyla birlikte kışlaya dönüşen üniversitelerde bilimsel araştırmaların sayısında önemli düşüş yaşanmıştır. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD) Eski Genel Sekreteri Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu üniversitelere ilişkin o zaman bakın ne demektedir:

“12 Eylül kendi öğretim üyesini yetiştirmiştir. Bu tip, korkak, ürkek, sinik, yağcı değerleri taşıyor. Bunlar için özerklik ve özgürlük gereksiz. Parayı ve makamı seviyorlar. Profesörler rektörlerin ellerini öpmek için kuyruğa giriyor. Hocasını böyle gören asistan ne yapsın? O da iki büklüm olmayı öğreniyor. Bazı fakülteler Abdülhamit dönemini yaşıyorlar. Rektörler derebeyi, tek etkili adam. Böyle üniversite olur mu? Ben, bu tür çok sayıda insanı her gün görüyor ve utanıyorum”...

Eğitim girdisi nitelikli emek olması gereken bir süreçtir. Çetesiz, şeriatsız ve darbesiz gelişen bir toplum, demokratik ve çağdaş hukuk devleti olmanın yolu bu süreci iyi değerlendirmekten geçer. Eğitimin asıl gayesi siyasal iktidarların çıkarlarına hizmet etmek değil halkın ihtiyaçlarına dönük olmaktır. Türkiye siyasal düşünce, din, dil, cinsiyetçilik gibi farklılardan doğan sorunlar karşısında ancak böyle bir eylemde bütünleşebilir.

Türkiye’nin başta işsizlik olmak üzere temel sorunları eğitim kaynaklıdır. Günümüzde bir yanda 10 milyon çocuk yoksulluk sınırının altında yaşarken neredeyse her 2 kız çocuktan biri okutulmamakta, okullaşma oranı geri ülkelerden bile düşük kalmakta, öte yanda eğitime bütçeden ayrılan pay daha çok diyanet ve savunma gibi alanlara aktarılmaktadır. Her 4 kişiden sadece birinin bir üniversite programına yerleştiği ülkemizde gençlerin geleceği 2 saatlik bir sınavla belirlenmektedir. Oysa dünya’nın kalkınmış ülkelerinin çoğunda araştırma, geliştirme ve kişi başına düşen eğitim harcamaları hem yüksek hem de devlet tarafından karşılanmaktadır.

1992 yılında Başbakanlık “Çağdaş Eğitim, Çağdaş Üniversite” adlı kitapçıkta toplumun her geçen gün artarak yaygınlık kazanan eğitim yapma arzusunun birçok ülkede köklü değişim kanısı uyandırdığı belirtiliyor, asıl sorun olarak da değişen koşullara göre eğitim süreç ve yönteminin yeniden araştırılarak önlem alınması gerektiği ifade ediliyordu. O günlerdeki Cumhurbaşkanı Türkiye’deki önemli 2 sorundan biri olarak eğitimi gördüğünü açıklamıştı. Gerek lafta kalan bu söylemler gerekse 1979 tarihindeki Milli Eğitim Kanunu’nda yazılı hükümlerin uygulanmaması örneğinde olduğu gibi birçok siyasal ihmal ve müdahalelerle karman çorman olmuş Türk eğitim sistemi çeşitli sorunlarla bugünlere gelmiştir. Halkın gerçek eğitime özlemi ve açlığı şimdiye kadar çıkar ve oy hesaplarına dayalı popülist politikalara feda edilmiştir.

Halkın eğitim sorunu yüzeysel çareler ve söylemlerle değil ancak köklü ve kalıcı çabalarla çözümlenebilir...

Tamer UYSAL